Yaşamdan Küçük Bir Anı
Arzu Ö. Prema
Yetmişli yılların başlarıydı. Altı yaşında ya var ya yoktum. Çok yakın aile dostlarının katıldığı bir piknik günüydü. İki araba yola koyulduk ve Balıkesir’e çok yakın kıyılardan biri olan Erdeğe doğru yola çıktık. Yazları çoğunlukla Erdek’te geçirirdik. Çocukluğumun hiç unutamadığım harika yazlarına ait anılar hep oradadır.
İki aile iki arabaya doluşmuş Erdeğe varmak üzereydik. Göz alabildiğine kırlık arazinin denizle buluştuğu sahil şeridinde ilerlerken karanın denizle buluştuğu dik bir yamaçta gölgesi birkaç aileye yetecek kadar geniş olan tek başına bir ağaç gördük ve pikniği orada yapmaya karar verdik.
Harika bir ilk bahar günüydü. Ayaklarımızın altında hışırdayan tertemiz çimenlerin üzerinde ilerleyip ağacın altına vardık. Göz alabildiğine bir alanda bu ağaçtan başka bir şey yoktu diye hatırımda kalmış, kim bilir belki de vardı ama benim hafızam bu ağaca o kadar kilitlenmiş ki varsa da hatırlamıyorum.
Diğer ailenin küçük kızı adaşımdı, bundan dolayı ona içten içe sinir oluyordum. Üstüne üstlük bilmişliği de cabasıydı. Yanımıza örtü mü almadık yoksa çimenler çok güzel diye yaymadılar mı annemler bunu şimdi hatırlamıyorum ama herkes çimenlerin üzerine yayıldı ve yiyecekler açılmaya başladı. Ben ayakta duruyor oturmaya cesaret edemiyordum.
Sofra tas tamam hazırdı ve herkes büyük bir iştahla yemeye koyuldu. O andan hatırladığım tek şey içimdeki korkuydu. Nedenini hiç bilmediğim ve beni kaskatı kestiren bir korku…
Kim bilir belki de üzerime böcek falan çıkar diye korkuyordum.
Bir süre sonra benim ayakta olduğumu fark eden annemler “hadi kızım otur da yemeğini ye” diyorlardı. “Hayır ben oturamam” diyebildim yavaşça. Herkes bir yandan yiyor bir yandan da müthiş bir neşe içinde sohbet ediyordu.
Babam, “neden oturmuyorsun kızım?” diye sordu.
“Ben korkuyorum. Oturamam.”
“Neden korkuyorsun?”
“Bilmiyorum işte ben oturmaya korkuyorum.”
O an işte tam o an bu hikayenin adının konmasına ve bu andan itibaren onlarca yıl babamın dilinden düşürmeyecek kadar zekice bulmasına neden olan şu sözü patlattı adaşım Arzu:
“Ayakta dururken korkacak ne var, otur da kork!”
Arzu ile hem adaş hem de yaşıttık, bu derece zekice bir lafı nasıl ettiğine şaşıran ve söylediği lafa bayılan babam, gülmeye başladı. Arzu’nun bu yaşta nasıl olup da bu kadar derin bir bilgeliğe sahip olduğuna şaşıran babamın onun bu lafını bu derece övmesine alabildiğine bozulmuştum. Anlayacağınız üzere ben babamın kızıydım ve onun başka bir kız çozuğuna bu şekilde övgüler düzmesi sinirime dokunmuş, Arzu’ya bir kat daha gıcık olmuştum.
O gün o ağaca babam “otur da kork ağacı” ismi taktı. Bu olayı da onlarca sene boyunca dün olmuş gibi anlatmaya devam etti. Arzu’nun zekasına hayreti ilk günkü tazeliğini hep korudu.
Erdeğe her gidişimizde o ağacı görüyorduk ve babam her seferinde bıkmadan usanmadan o olayı sanki hiç birimiz hatırlamıyormuşuz gibi “hatırlıyor musunuz otur da kork ağacını?” diye başlayıp hikayeyi anlatıp hayret içinde gülüyordu.
Bir gün Erdeğin girişine yaklaşık on kilometre kala bir yamacın tepesinde olan o ağacı yerinde göremedik. Ağacın dikili olduğu göz alabildiğine kırlık alan da artık yoktu. Onun yerine bir tatil köyü yapılmıştı. Başta babam olmak üzere hepimiz o ağacı göremeyince üzüldük. O gün babam hikayeyi yine de baştan sona anlattı ve yine hayretle karışık bir ifadeyle güldü. Bu kez içinde biraz da hüzün vardı…
Bundan yıllar önce kişisel dönüşüm çalışmalarıma başladığımda küçük adaşımın ne demek istediğini derinden anladım ve gözlerim doldu; gerçekten de o yaştaki bir kız çocuğu için yaşının çok ötesinde bir bilgelikti onunki. Babamın o ağaca taktığı komik isimle orada olanları hep taze tutması sanki benim içsel çalışmalarıma ışık olması içinmiş gibi geldi bana sonraları. Babam yeri geldiğinde o hikayeyi hep anlatarak korkunun nasıl bir duygu olduğunu anlatmaya çalışıyormuş şimdi anlıyorum.
“Otur da kork ağacı” ve hikayesi korkunun henüz olmayan bir negatiflik için insanın nasıl da gereksiz yere illüzyon yaratabildiğine vurgu yapan dramatik bir motif oldu benim için. Küçük Arzu bana, “henüz korkacak bir şey yokken korkuyorsun. Madem ki oturmaktan korkuyorsun önce otur bu korkunla yüzleş, eğer gerçekten seni tehdit eden bir şey görürsen o zaman kork!” demek istemişti.
Yaş almış yetişkinler olarak küçük adaşımın bu hayat dersini kişisel yaşamımıza, davranışlarımıza ve tepkilerimize adapte etmekte zorlandığımız aşikar. Hali hazırda başımıza gelmiş bir şey yokken bile sanki varmış gibi, en kötü senaryo olmuş gibi endişeleniyor yaşamla ilgili sanal bir algı yaratabiliyoruz. Üstelik bu duygumuzun bedeli sadece bilişsel yetilerimize değil bedensel sağlığımıza da büyük zararlar vererek ödeniyor. Buna rağmen korkunun yarattığı sanal perdenin ardında kalmayı tercih edip korkularımızla yüzleşmeye cesaret edemediğimiz anlar ve deneyimler yaşıyoruz.
Yaşamında zor deneyimler karşısında adım atmakta güçlük çeken danışanlarıma “otur da kork” ağacını anlatıyorum çünkü bu hikaye hala daha çok uzun söylevlerin yerini alabiliyor. Küçük adaşım bu bilgece sözüyle hala yaşama hizmet etmeye devam ediyor anlayacağınız.
Siz siz olun önce oturun ondan sonra hala gerekiyorsa korkun!